Kendiniz ve yazma alışkanlığınız hakkında bilgi verir misiniz?
Adanalı memur bir ailenin tek çocuğu olarak 1985 yılında İstanbul’da doğdum ve böylece fani dünyadaki ruh hikayem başlamış oldu. Hayatım, ne çok kolay ne de çok zor bir seyir izledi. Yaşam yolunda ilerlerken, işlerimin karıştığı pek çok dönem yaşadım; ancak herkes gibi ben de bir yolunu bulup, devam ettim. Şu an, hayatımın otuzdördüncü yılında, geçmişteki hamlıklarımdan ve pişmek için yandıklarımdan öğrendiklerimle, yaradılışıma yakışan bir seviyeye ulaştım. Bu nedenle “Ben kimim?” sorusunun ilk ve en kıymetli cevabı, insan olmamdır. Ardından, hayatımdaki önem sıralamasına göre bir kadın, bir anne, bir evlat, bir eş, bir dost ve elbette bir avukatım.
Yazma alışkanlığım, kendimi bildiğim ve duygu düşüncelerimi keşfettiğim zamanlara kadar uzanıyor. Benim dönemimde ilkokulda günlükler tutulurdu ve bu oldukça modaydı. O moda akımına kapılarak tuttuğum günlüklerle başlayan süreç, okul dönemimde kompozisyon yazmalarım, ergenlik dönemimde şiirler yazmam ve mesleğimle birlikte dilekçeler oluşturmamla devam etti. Annelik dönemimde ise yazarlığa adım attım. Yazmayı seven bir insan için, duygu ve düşünceleri kelimelere dökme eylemi en etkili ve güzel terapidir. Şanslıydım; çünkü beni iyileştiren şeyi, küçük yaşlarda keşfettim ve her seferinde yazmaya sığındım.
Avukatlık mesleğiniz yazarlığınızı nasıl besliyor?
Yazarlığımı besleyen iki önemli mesleğim var: biri avukatlık, diğeri ise annelik. Avukatlık mesleği oldukça zorlayıcı ve stresli olsa da, bana kattıklarını inkar edemem. Meslekte geçirdiğim on bir yıl, beni daha gerçekçi, daha soğukkanlı ve daha gözlemci bir birey haline getirdi. Mesleğimiz gereği, asla karşılaşamayacağımız insanlara ve onların hikayelerine tanıklık etmek bir an meselesidir. Bir gün ofisimin kapısından biri girdiğinde, size hayatının hikayesini hediye edebilir. Annelik ise, önyargılarımı ve doğru bildiklerime olan kör inancımı yıkmamda büyük bir rol oynadı. Tüm bunlar, ilahi bir eğitimin parçasıydı.
“Kevser”in yazım süreci nasıl gelişti?
“Kevser”in altyapısına hazırlanmak yedi-sekiz senemi alırken, yazma sürecim yaklaşık üç yıl sürdü. Ortaya edebi bir eser çıkardığım iddiasında değilim; çünkü edebiyat yapabilmek, ayrı bir eğitim ve yetenek meselesidir. Ancak, hamlığımdan sıyrılarak pişmeye başladığım dönemde, tanıklık ettiğim, bizzat yaşadığım veya dinlediğim bu toprakların acı hikayelerini en iyi şekilde kurguladığıma inanıyorum.
Kitabın satış gelirini nasıl kullanmayı planlıyorsunuz?
Ahhh… Annemin vefatı ile birlikte, bir hayali ve planı gerçeğe dönüştürmeye karar verdim. Hayalim, bir kadın sığınma merkezi kurarak, her türlü şiddetten kaçabilen kadınların insan gibi yaşayabileceği ve üretim yapabileceği bir sistem inşa etmekti. “Kevser”, bu hayale atılmış ilk adımdır ve bu sebeple benim için çok kıymetli ve özeldir. Bir avukat olarak, meslek kanunum gereği yılda sadece iki kez ücretsiz dava alabilirim. Yani, insanlara “Ben amme hizmeti yapacağım, ihtiyacı olan gelsin.” deme şansım yok; bu yasal olarak yasak. Bu nedenle, “Kevser” ve devam kitabı “Musa – Kevser’in Kaderi”nden elde edeceğim gelirlerin tamamıyla bir dernek kurmayı ve elimdeki bütçeyi bu dernek aracılığıyla değerlendirerek idealime ulaşmayı planlıyorum. Yol uzun ve zor olabilir, ama amaca giden yolda çekilen çile, her zaman kutsal değil midir?
“Kevser”in hikayesiyle yüzleşmek zorunda kaldığımız gerçekler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bazen bu kadar ağır olayların tek bir kitapta toplanması okuyuculara ağır gelebiliyor. Bunu anlıyorum; çünkü yazarken benim de ağır geldi. Hıçkırıklarla ağlayarak durduğum ve aylarca kelime yazamadığım zamanlar oldu. Ancak, insanlar bu gerçeklerle yaşıyor! Bizlerin okumaya dahi dayanamadığı bu hayatlar, nasıl göz ardı edilebilir ki? Bunca hikayeye bir şekilde tanıklık ettim; çünkü bunun bir amacı vardı. Eğer bu amacı gerçekleştirmeseydim, kendi doğrularımla çelişmiş olacaktım. “Kevser”de bütünleşen hikayelerin tamamını gözlerimle görmem elbette imkansız. Küçük bir bölümünü bizzat yaşadım, bir bölümüne mesleğim gereği tanıklık ettim ve bir kısmını da yaşayanlardan dinledim. “Kevser”, tek bir kadının hikayesi değil; parça parça hayatların tek bir bedende okuyucuya sunulmasıdır.
Gerçekten “Bu da olamaz” dedirten hikâyeler var. Kevser ve kardeşinin çocukken kaldığı yerde yaşananlar gerçek mi?
Bu da olamaz dediğiniz hikaye, yıllar önce yaşanmış bir olaydır ve bunu o yurtta kalmış kadınlardan birinden tamamen tesadüfen dinledim. Delil yok, tanıklık edebilecek kimse yok; sadece yıllar sonra bana aynı dehşetle anlatan bir kadın var. Eğer yeterli delile, isme ve bilgiye sahip olsaydım, bunu kitaba değil savcılığa taşırdım.
Kitapta onca kötülüğün arasında Mustafa’nın rolü nedir?
Okurlar Mustafa’ya bayıldılar, ancak inanın neden anlamadım. Mustafa, aslında nobran bir erkek. Kahraman kabul edilebilecek bir duruşu yok. Sevdiklerine karşı nazik olması bence Mustafa’yı iyi insan yapmaya yetmez. Geçmişindeki eylemler gurur duyulacak şeyler değil ve tercihlerimiz kişiliğimizi belirler. Kitapta içinde bulunduğu süreç ve fiziksel özellikleriyle belki sempatik geldi okura; ancak benim açımdan tercih edilebilecek bir erkek değil. Kevser’i bu yüzden anlıyorum.
Musa karakteri, Kevser’in kaderini nasıl şekillendirecek?
Musa, sadece Kevser’in değil, birçok okurun kaderini şekillendirecek bence. Devam kitabı, bildiğimiz doğruların tersyüz edilmesiyle hayat bulacak. Tebrizli Şems’in felsefesindeki gibi, hayatların altını üstüne getirip bakacağız; hangi taraf insan olmaya daha yakışır duruyor.
“Musa-Kevser’in Kaderi” kitabı için çalışmalara başladık. Seyhan Arman, Musa’nın yolculuğunda size mentörlük edecek gibi görünüyor. Yollarınız nasıl kesişti?
Musa, trans bir kadının hikayesidir. Ancak Musa’ya çalışırken bu zamana kadar okuduğum romanlardaki klişelerden sıyrılmak istedim. “Bir birey, çocukken cinsel istismara maruz kalır ve cinsiyet kimliğini yahut cinsel yönelimini değiştirmeye karar verir.” klişesinden bahsediyorum. Hikayenin bu denli sığ ele alınması, bir okur olarak beni tatmin etmedi. İşin aslına inmek istediğimde, internette Seyhan Arman ile ilgili bir söyleşi ile tanıştım. Söyleşide hissettiğim şey; yaralarını kabukla değil, zırhla örmüş, nerede durduğunu ve nereye varmak istediğini çok iyi bilen bir kadın olduğuydu. Kendisine sosyal medyadan ulaşarak ne yaptığımı ve ne yapmak istediğimi anlattım. Sağ olsun, amacıma katkı sağlamak adına görüşmeyi kabul etti ve her şeye bambaşka bir yerden bakmama vesile oldu. Anlatımları, vurguları ve gördüğümün ardında duran kadın, gerçekçi bir anlatım için mentörlük yapacak biriydi. Gerçekten trans bir birey anlatacaksam, bunu natrans bir kadın gözüyle yapamam. Seyhan Arman, o görüşmede bana gözlerini ödünç verdi.
Edebi hayatınıza nasıl devam etmeyi düşünüyorsunuz?
Edebiyat bir sanattır ve henüz bir sanatçı olamayacak kadar acemiyim. Çıraklık yolum, “Kevser” ve “Musa” ikilemesi tamamlandıktan sonra, aklımda ve kalbimde yatan polisiye bir romana yönelmek. Şayet onu başarıyla tamamlayabilirsem, onun üzerinde çalışmaya başlayacağım. Sonrasını ise yaşamın akışına bırakıyorum. Emin olduğum tek şey, bu dünyadaki ruh hikayem nihayete erene dek yazmak tutkum asla bitmeyecek…